Geçmiş zaman olur ki, öyle rastlantılar vardır; unutulmazdır.1956 yılında Bir İlkbahar günü Karabulak değirmeninde un öğütüyoruz. Çarşamba Kanalı’nın deli aktığı günler. Kanalı bir kıyısından bölerek, coşkun akan suları saptırmışlar. Azgın suların içinde değirmenin tekerleği dönerken sağa sola sıçrayan sular, ağaç bir avgın içinde birikiyor, çevresindeki bahçelere can veriyor. Her yan yemyeşil, iğde tütüsünde doğa gülümsüyor.
Babam:
“ Oğlum şu dilsiz ağızsız garipler aç miskin beklemesin; güt gel''
Ben karşı çıktım:
“Buraları bilmiyorum ki”
“Bir şey olmaz. Soran olursa değirmendeyiz dersin”
Yorgun argın öküzleri aldım; yemyeşil ilkbahar cıvıltıları içinde sabrın ve sessizliğin izinde, değirmenin kalbinde saklı duran bahçeye yönlendirdim. Bahçenin kıyısındaki çimenleri görünce garipler nasıl da sevindiler. Ben de elimdeki öğendireyi dikme gibi yaptım ve ona tutunarak ilkbaharın güzelliğini seyre dalmıştım.
Bir anda üç kişi geldi beni hiç hesaba katmadan yanı başıma çömeldi, koyu bir yarenliğe girişti. Üç kişiden Birincisi avcı yeleğinin önündeki cebinden durmadan kuru üzüm çıkarıp yiyorken hayret bir şey!.. Diğerlerine teklif bile etmiyor. İkinci Kişi sanki güngörmüş biri gibi durmadan öğüt veriyor. Üçüncü hiç söze girmiyor. Gözü yerde; elindeki kuru söğüt dalı ile yeri çiziştiriyor.
Öğütcü Kuru Üzüm Yiyene dedi ki:Okka dört yüz dirhemdir. Para, pul. Bunların hepsi boş. Başın, işin bozulmaya görsün. Ağzının tadı kalmaz, yaşarken ölürsün.
Aradan yıllar, yıllar geçti. Büroya çıkıp gelen bir kişiyi gözüm ısırıyor gibiydi. Söz arasında dedim ki:
“Beyefendi, Okka dört yüz dirhemdir.”
“ Evet, öyledir.
Okka dört yüz dirhemdir.
Hayat bir hayaldir değerini bilmelisin.
Hakkı teslim eylemeli kötülüğü silmelisin” (23 Eylül 2025. İzmir)