1957 Yılı son yazı’nın son günleri de geçiyor, hüzünlü sonbaharın güzellikleri yakınlardan gülümseyip duruyorken Muhtar Mehmet Emin Efendi, elinde bir demet kâğıt ünlüyor da ünlü yordu: “ Seydişehir’e yarın cihan pehlivanları geliyor! Haydi, bi lira, bi lira! Cihan pehlivanları Seydişehir’de! Haydi bi lira bi lira!” Duyan irkilip kalıyor. Ne de olsa bir lirayı ödemek kimsenin işine gelmiyordu.
Muhtar, gözünün kestiğini isim isim çağırarak : “Cihan pehlivanlarını görmek istemiyor musun?.. İbrahim Karabacak, Nuri Ayva, Mustafa Dağıstanlı, Hayrullah Şahin, Hüseyin Akbaş, yarın Seydişehir’de!.. Görmek istemiyor musun?.. Yaşar Doğu’yu görmek istemiyor musun?.. Cihan pehlivanları yarın gelecek; bir gün sonra güreşler yapılacak; görmek istemiyorsun öyle mi? “ Birisi itiraz etmek mi istiyordu ne?.. Arkasına bastonu yiyince söylenerek uzaklaştı. Ardından Muhtar da yürüdü söylenerek...
Biz de birkaç arkadaş, “ Cihan pehlivanlarını görmeliyiz...” dedik ve akşamdan sözleştik. Sabahleyin, Güneş bir adamboyu yükselirken koşar adım, şakalaşarak, gülüşerek, dövüşerek, öğleye doğru Seydişehir’e ulaştık. Sorduk, soruşturduk: “Pehlivanlar gelmek üzere: halk Samanapazarı’nda toplanıyor...” dediler. Tam üstüne varmıştık. Samanpazarında bir kaynaşmadır sürüyordu.
Pehlivanlarla birlikte onların yanında düzgün giyimli az iriyarı güleç biri daha vardı. Hemen oracıkta bir sandalyenin üzerine çıktı: “Güzel Şehrim! Zümrüt Şehrim! Seni her zaman özlerim. Değerli Hemşerilerim! Size cihan pehlivanlarını getirdim.”
“Kim bu konuşan acaba?” “ Seydişehir Okutma ve yardımlaşma Derneği Başkanı Osman Durusoy.”
Osman Bey, güreşçilerin başındaki yöneticiyi tanıyor olunca, İran’da yapılan güreş karşılaşmaları dönüşü, Seydişehir Okutma Ve Yardımlaşma Derneği yararına yapılacak güreşlere, bu güreşçiler de katılıyormuş. Ayrıca Antalya bölgesinin ünlü pehlivanlarından Osman Alyanak, Bozahmetli Aşireti’nin ünlü pehlivanları da katılacakmış dediler, öyle duyuldu. Kalabalık, Çarşı Meydanı’ na doğru akmaya başlıyordu.
Pehlivanlar gezip dolaştılar, alışveriş yaptılar.Kimisi de yanındakilerle Belediye Kahvesi’ne girdi; başladı kağıt oynamaya. Bu arada gözümüze batmadı değil. Biz çocuklar, pehlivanları, kanlı canlı, cüsseli kimseler olarak düşünürken, karşımızdaki cihan pehlivanlarını görünce gerçekten garipsemiştik. Hele biri vardı ki, (Hüseyin Akbaş) aksayarak yürüyordu.
Bu arada pehlivanlar için yemek hazırlıkları da başladı. Gökhüyüklü Hafızların dükkânında etilekmeğin içi hazırlandı. Yanıbaşındaki Ekmekçi Hasan’ın Fırını’na verildi. Pınarbaşı’nda ulu ağaçların altında büğüldenerek akan gömgök suların başına yer sofrası kurulmuştu. Pehlivanlar da etliekmeğin başına keyifle kuruldu. Halk onları görmeyi çok istediği için hiç yalnız bırakmıyordu. Yemek yerken de öyle. Pehlivanlar da hiç rahatsızlık göstermeden yemeklerini yediler. Her şey çok güzeldi; gün çok güzel geçiyordu.
Akşamlar olup giderken biz düşünüp kalmıştık. Akçalar’a gidip sabah geri gelelim mi? On kilometre gidiş, on da dönüş etti 20 kilometreyi yaya olarak tepelim mi? Yoksa Seyit’in Hanı’na birer lira han parası ödeyelim mi?
İkisi de değil. Samanpazarı’nda yeşil çimenlerin üzerinde sabahı bekleriz, denildi. Orada gülümseyip duran bir elektrik direğinin dibine yerleşildi. Konuşmalar, gülüşmeler, tartışmalar eşliğinde gecemiz sürüp giderken ansızın ışıklar kararmasın mı?.. Yüreğimiz ağzımıza gelmişti. Neyse ki ışıklar yeniden yandı da bir oh! Çektik. Değilse gecenin kör karanlıklarında nerelerde kalırdık, diyerek hüzünlenmiştik.
Çok sürmedi, yarım saat ya geçti ya geçmedi korktuğumuz başımıza gelmişti. Zifiri karanlığın içinde bir süre donup kaldık. Gözlerimiz alışmaya başlamıştı ki düdük sesiyle kendimize geldik: uyandık.
“Bekçi Amca! Işıklar neden karardı?” “ Çocuklar! Siz bilmiyor musunuz yoksa? Gece Saat 12.00 ‘den sonra elektrikler kesilir. Seyit’in Hanı’na, Çatlıların Koca Han’a gidin diyeceğim de siz, yarın yapılacak güreşler için geldiniz; misafirsiniz. Karşıda yığılı çuvalların üzerinde uyursunuz. Hiçbir şey olmaz”
Güneş doğup gelirken atına binen, arabasına binen Seydişehir’ e akın etmeye başladı: ilçe panayır alanına dönüyordu. Öğleye doğru Termiyelik Çayırlığı’nda yağlı güreş karşılaşmaları da başladı. Kesecikli Seyit Ali Efendi maniler, tekerlemeler eşliğiğinde: “ Yiğitlerimize kötü gözle bakanların gözüne yılan sütü...” diyerek inanılmaz güzellikte görkemli bir cazgırlık yaptı: Er meydanının tam ortasına konan büyük bir leğen ve yanında zeytinyağı tenekeleri pehlivanları bekliyordu. Hoparlörden adı söylenen pehlivan, Maşallah! Yaşa! Varol! Sesleri ve alkışlarla, perdah vererek, Ermeydanı’na çıkıyor, üzerine zeytinyağı sürünüyordu. Bozahmetli Aşireti’nin pehlivanları umulmadık güzellikte bir perdah verdi. Er meydanına çıkarken sanki halay çeker gibi fellenleyerek, yan yan, sekerek çıktılar. Şiddetle alkışlandılar.
İnsanlar Yaşar Doğu’yu çok merak ediyordu. Hani nerede Yaşar Doğu Pehlivan? Yaşar Doğu, üzerinde açık siyaha çalan kareli bir ceket ve kahverengi pantolon giyili dimdik, irikıyım pehlivan görünüşüyle, şehrin yöneticileri arasında ayakta duruyordu. İnsanlar bağrışmaya başladı: “ Biz buraya Yaşar Doğu’nun güreşini seyretmek için geldik! Hiç olmazsa soyunsun bir perdah versin de görelim!” Yaşar Doğu hiçbir şey söylemeden olduğu yerde duruyordu.
Kalabalık, seyir yerinden, söylenerek, Ermeydanına indi. Meydan karıştı. Yaşar Doğu olayı büyüyordu. Tam bu sırada beklenmedik bir şey oldu. Bir anda canavar düdüğü çalarak, itfaiye arabası kalabalığın üzerine su sıkmaya başladı. Biz çocuklar azgın suların altında kalmıştık. Islandığımız önemli değildi: nefesimiz tıkanıyordu. Kalabalığın bağırıp ıslık çalarak uyarmasıyla itfaiye suyu kesti de kurtulabildik.
İnsanlar gücenmişti. Bir kısmı vardı gitti. Şölen yine de sürüyordu. 08.10.2025, İzmir