Modern insan kapitalist tahakkümün baskı ve otoritesi altında sessiz ve suskundur.
Artık bu düzende söz, kutsallığını ve özgürlüğünü yitirmiştir. Ancak bu sessizlik, insanın iç huzurundan gelmez, bu sessizlik hiyerarşik otoriteye teslimiyettir.
Bu düzende insan, artık düşünmek yerine onaylamayı öğrenmiştir. Akıl sorgulamanın değil, uyumun hizmetindedir ve insan, mantıklı görünmek uğruna kendi vicdanının sesini susturmaktadır.
Artık kimse “doğru nedir?” Diye soramaz, sormaz. Soru değişmiştir. “Ne işe yarar?” Diye sorulmaktadır.
Bu yüzden kapitalizmin programladığı modern akıl, özgür değil tamamen araçsaldır; değerler, duygular ve tüm ilişkiler verimliliğin artmasına göre ölçülmektedir. İnsan faydalı oldukça anlamlı hissetmekte ama içten içe tükenip yok olmaktadır.
Bu durum, kültürün anonim ve ortaklaşa geliştirilen bir rıza alanı değil, giderek artan bir tahakküm ve istismar alanı haline getirilmesi ve kârı öncelikli gören bir girdap endüstrisi halini almasının bir sonucudur.
Bu popüler aktüel kültür; insanın hayatını sorgulayarak, düşüncelerinde yenilikler yaratmasını sağlayan bir düşünce derinleşmesine ulaşması için değil zamanını, umursamaz bir oyalanma ve sıradanlaşan bir yüzeysellik içinde tüketmesi içindir.
Dayanışma ve paylaşımı değil de ölesiye bir rekabeti ve çılgın bir bencilliği körükleyen diziler ve filmler, spor ve eğlence programları ve müzikler, popüler kültürün dallarıdır.
Bu yapay ve yanılsatan kültür, genelde insanın sadece belirli bir politik düşünceye odaklanmasını sağlar ki, bu da mevcut otoritenin onaylanmasıdır; gerisini önemsiz ve gereksiz görerek, “böyle geldiyse böyle gitsin” diyen bu insan, dikkatini sadece popüler kültüre verir ve mutlu bir hayat için bunu kâfi görür.
Bu insan hiyerarşik sisteme tümüyle bağımlıdır ve kendi özgün düşüncelerini geliştiremez; bir türlü kendisi olamaz ve sistemin ona sunduğu düşünce ve duygularla kuşatıldığını ve seçimi en baştan onların yaptığını anlasa bile, çaresizlik içinde bu gizli/açık kuşatmayı kabullenir.
Kendi benliğini inşa etmekten vazgeçmiştir, iç sesini/vicdanını susturmuş ve sistem içindeki kariyerini, az ya da çok gelirini kaybetme korkusuyla hayatını yöneterek, bu korku iklimine alışmayı seçmiştir. Onun için bu iç sessizlik bir erdemdir ve sistemle uyum içinde yaşamak bir olgunlaşmadır. Bu insan, düzenin ritmine ne kadar uygun yaşayabilmeyi başarırsa o kadar rahat olacağına inanmaktadır.
Ancak bunun korkunç bir bedeli vardır. İnsan, gerçeklere gözlerini kapadıkça kör ve sistemin sessizliğine gömüldükçe sağır olur ve kendi sesini de duyamaz hale gelir. Artık konuşan kendisi değil, sistemin yankısıdır ve bu yankı, zamanla kendi iç sesini örtmüş ve öz düşüncelerinin yerini işgal etmiştir. Kendi vicdanını susturmanın ve düşüncelerini özgür kılmaktan vazgeçmenin bedeli, insan olmaktan uzaklaşmak ve insan olmaktan çıkarak, derin bir köleleşmeye kendini hapsetmektir.
Demek ki düşünmek ve duygulanmak, özgürleşmenin ve insan olmanın yani kimseye özenmeden, sadece kendisi olmanın bu dünyadaki yolculuğudur. İnsan, kendi duygusal ve düşünsel derinliğine dalıp, kendi kendisiyle özgürce konuşabildiği sürece, yani kimseyi suçlamadan, kendini kendisiyle yargılayabildiği sürece, insan kalmaya devam edebilecektir.

