Bir şehrin hafızası sadece taşında toprağında değil, sokaklarında yankılanan seslerde gizlidir. Çekiç sesiyle uyanan sabahlar, bakırın ateşle buluştuğu dükkânlar, dikiş makinesinin ritmiyle akan zaman… Bugün bu seslerin çoğu sustu. Yerlerini tabelası bol, ruhu eksik mekânlar aldı.
Bir zamanlar her mahallenin vazgeçilmezi olan kunduracılar, ayakkabıyı sadece tamir etmez, ayağın hikâyesini dinlerdi. Semerciler, yük hayvanları için değil, sabrın ve emeğin simgesi olan semerler yapardı. Kalaycılar, bakır kaplara yeniden hayat üfler; saat tamircileri, bozulan zamanı ustalıkla onarırdı.
Bu meslekler sadece ekmek kapısı değil, aynı zamanda birer okuldu. Usta-çırak ilişkisiyle öğrenilen edep, sabır ve ahlak vardı. Çıraklık, bir mesleğe değil hayata hazırlıktı. Bugün ise “hız” her şeyin önüne geçti; tamir etmek yerine atmak, öğrenmek yerine tüketmek tercih edilir oldu.
Kaybolan aslında yalnızca meslekler değil; güven, emek, komşuluk ve insani temas da sessizce aramızdan çekiliyor. O eski dükkânların önünde edilen iki kelam, içilen bir bardak çay, verilen nasihatler artık anılarda yaşıyor.
Şehirler büyüyor ama ruhları küçülüyor. Eğer bu meslekler tamamen yok olursa, çocuklarımıza anlatacak sadece fotoğraflar ve “bir zamanlar” diye başlayan cümlelerimiz kalacak. Oysa yaşatılan her meslek, şehrin hafızasına tutulan bir ışıktır.
Belki de hâlâ geç değildir. Bir ustanın elini tutmak, bir çırağın başını okşamak ve bu değerleri geleceğe taşımak için.

