Demokrasi, yalnızca sandık gününden ibaret değildir. Sandığa gidip oy kullanmak, bir ülkenin kaderinin tek belirleyicisi olamaz. Asıl mesele, o sandıktan çıkanların koltuğu nasıl kullandığıdır. Ne yazık ki uzun yıllardır ülkemizde seçim, siyasetin bir başlangıç değil; bir tür “koltuk tapusu” haline geldi. Sandıktan çıkan pek çok isim, koltuğa öyle bir sarılıyor ki, adeta ayrılmak kaderine hakaretmiş gibi davranıyor.
Koltuk, bazıları için hizmet makamı olmaktan çıkıp bir güç gösterisine, bir imtiyaz alanına dönüşüyor. Oysa demokrasi koltuğa değil halka bağlılık ister. Fakat bizde işler tersine döndü: Koltukta oturan halka değil, halk koltukta oturana hizmet eder hale geldi.
Her seçim döneminde “değişim” lafı ağızlarda dolaşır, meydanlar büyük sözlerle dolar. Fakat seçim sonrası tablo aynı: Değişmeyen yüzler, bırakılmayan koltuklar, yenilenmeyen yönetim anlayışları. Sanki koltuk, dokunanı yutan bir bataklık; bir oturan bir daha kalkmak istemiyor.
Bu durum yalnızca siyasetin değil, sendikalardan spor kulüplerine, derneklerden kurum yönetimlerine kadar her yapının ortak sorunu. Göreve gelen, sanki kendine özel bir taht devralmış gibi davranıyor. Hâlbuki koltuklar kimsenin babasının malı değildir; milletin emanetidir. Emanete sahip çıkmanın yolu da oraya yapışmak değil, orayı layıkıyla doldurmaktır.
Gerçek demokrasi, değişimden korkmayanların işidir. Koltuğu bırakabilmek de en az koltuğa oturmak kadar büyük bir erdemdir. Çünkü görev süreleri, dünyadaki her şey gibi sınırlıdır; fakat bıraktığınız iz sınırsızdır.
Belki de artık şu soruyu daha yüksek sesle sormanın vakti geldi:
Koltukta oturan mı güçlüdür, yoksa koltuğu bırakabilme cesaretini gösteren mi?
Cevap belli… Ama bu cevabı uygulamaya dökebilmek için, önce koltuğu değil vicdanı merkez alan bir siyasi kültüre ihtiyaç var. Yoksa sandıktan çıkan yine koltuğa yapışır, koltuk da bizden bir şeyleri koparıp götürmeye devam eder.

