Özgürlük, insanın doğuştan sahip olduğu en temel haklardan biridir. Ancak tarih bize gösteriyor ki, özgürlük çoğu zaman bir armağan olarak değil, büyük mücadelelerin ardından kazanılmış bir değerdir. Jean-Jacques Rousseau’nun ifadesiyle, “İnsan özgür doğar, ama her yerde zincire vurulmuş halde yaşar.” Bu zincirler bazen savaşların, bazen baskıcı yönetimlerin, bazen de toplumun kendi içindeki önyargıların eseri olur.
Bugün dünyaya baktığımızda hâlâ özgürlüğü arayan toplumları görüyoruz. Bir coğrafyada savaşın ortasında çocuklar özgürce oyun oynayamıyor; başka bir yerde insanlar düşüncelerini özgürce ifade edemiyor. Daha yakınımıza baktığımızda ise, toplumsal cinsiyet eşitliği için mücadele eden kadınların, adalet arayan işçilerin, özgürce var olmak isteyen gençlerin çabalarına tanık oluyoruz.
Felsefi açıdan özgürlük, yalnızca bireyin istediğini yapabilmesi değildir; aynı zamanda “kendini gerçekleştirme” sürecidir. Aristoteles’in dediği gibi insan, ancak erdemli bir yaşam sürdüğünde gerçekten özgür olabilir. Toplumsal bağlamda da bu, bir bireyin özgürlüğünün diğerinin özgürlüğünü yok etmemesi gerektiği anlamına gelir.
Özgürlük, sadece “yasaksızlık” değildir. Özgürlük, insan onurunun korunması, adaletin sağlanması ve bireyin kendini ifade edebilmesiyle anlam kazanır. Bir toplumda özgürlük yoksa orada demokrasi de eksiktir; vicdan da suskun kalır.
Bugün bizlere düşen görev, özgürlüğü yalnızca bir slogan olarak görmek değil, onu günlük yaşamın her alanında savunmaktır. Çünkü özgürlük, toplumun vicdanıdır. Ve vicdan sustuğunda, özgürlüğün sesi de kısılır. Oysa özgürlük, yalnızca bir halkın değil, insanlığın en büyük mirasıdır. Özgürlüğü kaybeden bir toplum, yalnızca haklarını değil, hayallerini, umutlarını ve nihayetinde ruhunu kaybeder. Çünkü insan, özgür olduğu sürece insan kalabilir. Ve özgürlüğün olmadığı bir yerde, ne adaletten ne de gerçek bir yaşamdan söz edilebilir. Eğer bugün susarsak, yarın konuşacak kimseyi bulamayabiliriz.