Küçük mutluluklarla büyük sevinçler yaşardık. Sofralarımız kalabalıktı, kahkahalarımız içtendi. Komşu kapıları kilitli değildi, çocuklar sokakta oynar, akşam ezanı duyulunca herkes evine koşardı. Zamanın ağır ağır aktığı, insanların birbirine dokunmaktan, sarılmaktan korkmadığı günlerdi o zamanlar.
Bugün geriye dönüp baktığımızda fark ediyoruz; aslında en büyük zenginliğimiz samimiyetimizmiş.
Bir fincan kahveyle dostluk kurulurdu, bir tabak yemeği paylaşmak şükür sebebiydi. Televizyonun iki kanalı vardı ama sohbetlerimiz yüz kanallıydı. Kimsenin kimseye üstünlüğü yoktu; ne marka, ne makam… İnsan, sadece insan olduğu için kıymetliydi.
Sonra bir şeyler değişti.
Hızlı yaşamlar, sanal dünyalar, ekran dostlukları sardı etrafımızı. Paylaşımlar arttı ama paylaşılan duygular azaldı. Aynı masada oturup birbirine bakmadan konuşur olduk. Oysa eskiden bir bakış, bir sessizlik bile anlam doluydu.
“Bir zamanlar ne güzeldik” derken, aslında özlediğimiz şey geçmiş değil; insanlığımızın sade, sıcak hali.
Belki hâlâ çok geç değil. Yavaşlamayı, dinlemeyi, gerçekten “var olmayı” hatırlayabiliriz. Çünkü güzellik, o eski günlerde değil; hâlâ içimizde bir yerlerde, sessizce bekliyor.