whatsapp

Osmanlının Arapla İmtihanı

İZ BIRAKANLAR (SG) - Seydişehir Gündem | 29.05.2022 - 12:27, Güncelleme: 29.05.2022 - 12:27
 

Osmanlının Arapla İmtihanı

Güzel yürekli dostlarım, hemşerilerim Karaviran ve Suğla havzasına ait değerlerimizi, tarihsel ve kültürel olguları elimden geldiğince dönem dönem paylaşıyorum.
Araştırmacı Tarihçi Yazar; Mehmet Kiraz Tarihsel bilgileri titizlikle belgelere sadık kalarak, kaynak merkezli verileri sunmaya çalışıyorum. Yöremize ait olaylar, tarihsel değerler ve şahısları kendi anlatımları ve 1. Derece duyumlarla kaleme almaya çalışıyorum. Bugüne kadar Karaviran tarihi, Çarşamba kanalı tarihi, Suğla arazi gelirleri, Köy odaları, Suğla havzasında nüfus hareketleri, 1. Dünya savaşı ve Milli mücadele şehitleri, Kore gazileri, Bölgemizin yetiştirdiği milletvekilleri ve Türkiye siyasal hareketine önderlik etmiş kişilikleri kaleme aldım.     Bugün 1. Cihan harbine katılmış ve bu savaşta 3 yıl, 5 ay dönemin İngiliz sömürgesi olan Birmanya(Burma, Myammar)’da esir kalmış bir gazinin hayatını kaleme alacağım. Yakınen dedemizin babası olan ve her zaman ziyaretine gittiğim, tarihe olan merakımızdan kaynaklı çok soruları sorduğum ve ortaokulda dönem dönem Sosyal Bilgiler dersine getirip dönemin anılarını anlattırdığımız ve gözyaşlarıyla dinlediğimiz bir değeri Molla Abdullah Çetin’in bizzat kendi anlatımlarını derleyip kaleme alacağım.     Yeni askerden döndüm… Antep vilayetinde levazımıydım. Antep’ten Halep ve Musul vilayetlerine develerle askeri malzeme taşıdım 3 sene. Karaven (karaviran’a) döner dönmez 3 ay geçmeden yeni celp geldi. Zaten ben karaven’e döndüğümde benimle Asker’e alınan 40 kişiden sadece 13 kişi geri dönmüştük. Bazıları Çanakkale’de, Kafkas’ta, Gazze’de, Dobruca’da kaldı, gelemediler…     Konya vilayetinden 130 neferdik. İstanbul’dan Hicaz hattına gidecek Alamanın(Almanya) yaptığı kara treni Konya garında 2 gün bekledik. Firarları engellemek için gar dışına çıkmak hem yasak hem de mümkün değildi. Çünkü trenin ne zaman geleceği belli değildi. Mart ayının sonu, Nisan ayının başlarıydı. Cemazeyil-ahir 1334 senesiydi. Tren sabah kuşluk vakti İstasyona geldi. Herkeste bir heyecan ve hareketlilik başladı. Sanırım 7 vagonlu bir trendi. İlk defa tren görenler hem korkmuş hem de heyecanlanmıştı. Trenin ilk 4 vagonu kapalı, 3 vagonu üst açık ve at ve develer vardı. 30 yaşlarında güzel askeri giyinimli bir subay 2 saat içinde hareket edileceğini herkesin bölge bölge çağırılıp trene bindirilip yoklama yapılacağını bağıra bağıra anlatıyordu.     Bozkır, Seydişehir, Beyşehir bölgesinin neferleri buraya gelsin dendiğinde sıramızın geldiğini anladık. 2. Vagona sayımla 30-40 kişi bindik. Tren’de tahtadan yapılmış yan yana oturaklara oturduk. Yerlerde kurumuş otlarla doldurulmuş, boş bulduğumuz yere oturduk. Karaviran’lı 3 arkadaştık ama onları başka vagona verdiler. Tahminen öğle vaktine doğru düdük sesi garı çınlatmaya başlayınca trenin dumanı garın üstünde simsiyah bir buluta dönüşmüştü. Aşağıda bir-kaç rütbeli asker ve din adamı dualar ediyordu. Tren hareket etti ve yavaş yavaş kerpiçten yapılma toprak evler bitip düz ovada tren yol almaya başladı.     Yanımda benim yaşlarımda zayıf ve uzun boylu arkadaş -yolumuz kısa, bahtımız açık olsun hemşerim… Temennisinde bulununca, bende lafa girip adını ve nereli olduğunu sordum… -Botsalı Yakup oğlu Abdullah namı diğer gâvur Abdullah dedi. -Neden gavur derler hemşerim. -Balkan’da 4 sene kaldım. Bulgarca biliyom. Köye dönünce Bulgarca bildiğim için adım Gavur’a çıktı. Gülüşmelerden sonra bende kendimi tanıttım. Gareven köyünden Molla Abdullah derler hemşerim. Biz kendi aramızda sohbet ederken genç bir subay, -Arkadaşlar yarın akşama Adana’da olacağız, Oradan ver elini İskenderun’a… Alamanın(Almanya) vapuru gelecek, oradan ver elini Hicaz dedi.     İlk defa asker olan varmı?, içinizde diye sorular sordu. Sadece birkaç kişi ilk defa asker olduğunu söyledi. Çoğu farklı cephelerde savaşmış geri dönmüş gazilerdi. Yolculuk boyunca Bazen ilahiler, bazen yanık seferberlik türküleri, bazen Kuran-ı Kerim okunuyor. Bazıları Alaman’ın tütününden tüttürüyordu. Adana’ya vardığımızda vagon’da tüm askerler kırk yıllık arkadaşlar gibi birbirimize kaynaşmıştık. Berbat bir nem ve sıcak hava vardı. Yayla havasından bunaltıcı bir havaya gelmek hepimizi etkilemişti. İlk bu havaya gelenler ve tren yolculuğundan etkilenenlerden duvar kenarlarına kusuyorlardı. 1 saat beklemeden sonra yolculuğa çıkacağımızı beklerken sabaha kadar garda kalıp, sabah yola çıkacağımızı söylediler. Tüm asker gar civarında açık alanda yerlere uzanmaya başladı. Sıcak, nem ve sivri-sinek beraber olmuş bizi mahvediyordu. Gavur Abdullah’la bir kenara oturup kumanyadan bir şeyler yedik  ve yattık.. Sabah namazı seslere uyandık ve bizde gardaki sebilde abdestlerimizi aldık ama nem ve sabahın ayazı hepimizi titretiyordu. Toplu namazdan sonra bir şeyler atıştırdık. Ama gece başka yerlerden gelen askerlerde olmuş gar iyice kalabalıklaşmıştı. Kayseri, Yozgat, Çorum yöresinin askerleri olduğunu öğrendiğimiz askerlerle birlikte yola koyulduk. 5 saat yürüyecek sonra gündüzleri sıcak nedeniyle dinlenip gece yolculuk yapacağımızı söylediler. 2 gece, bir gündüz yolculuğundan sonra İskenderun’a vardık. Berbat bir nem sıcak ve deniz kokusu Anadolu’nun serin yerlerinden gelen askerleri berbat etkilemişti. Alamanın(Almanya)  vapuru 1 hafta sonra geleceğini, 1 hafta içinde farklı şehirlerden askerler geleceğini, bizlerinde limana yakın deniz kenarında kamp kuracağımızı, herkesin kendi imkânlarıyla ağaçlardan, kamışlardan çadırlar yapabileceğimizi söylediler. Zaten herkes kendi bölgesinden, köyünden, vilayetinden askerlerle kümeleşmeler başlayıp kendi aramızda imece usulü yemek, temizlik nöbetlerine başlamış boş zamanlarda deniz kenarında yüzme bilmememize rağmen suya giriyorduk. Bazen kaşık oynayanlar, bazen horon sesleri, her yöre kendi müziği eğlencesiyle askerlere eğlenceli geliyordu. Tek ortak noktamız namaz vakitleri 500 kişilik cemaatler oluşturuyorduk.     Aradan 1 hafta falan geçti. Yavaş yavaş iklime alışmaya başlamışken toplam 2 bin asker falan olmuş kalabalıklaşmıştık. Ama yavaş yavaş hastalıklar başlamış günde birkaç kişi sıtmadan ölmeye başlamıştı. Temiz su bulmak, sağlıklı yemekler yemek imkânsız gibi bir şeydi. Sadece tarhana çorbası, mercimek çorbası, bulgur pilavından başka yemek yiyemiyorduk.  Öğle namazından sonra Alamanın vapuru gelecek dedikoduları yayılmaya başlamış yavaş yavaş hareketlilik başlamıştı. Bir anda vapur geliyor sesleri duyunca denize doğru baktık. Uzakta küçük bir karartı görüldü. Hava sıcak ve nemli olunca gemi bazen serap gibi bir görünüyor bir kayboluyordu. Sanırım 1 saat sonra hayal bile edemediğimiz kadar büyük bir demir yığını duman çıkararak kıyıya 500 metre uzakta durdu. Bu arada bizleri 20 kişilik gruplar halinde topladılar. Uzunluğu 10 metreyi bulan kayıklara bindirdiler ve yarı korkuyla binip vapura doğru yol aldık. Gemiye yaklaşınca bazıları geminin büyüklüğü karşısında şaşkın veya tekbirler getiriyordu. Gemiye binen ismini, memleketini söyleyip salma demir merdivenlerden yarı korkuyla biniyordu. Gemiye Gâvur Abdullah’la el-ele tutarak yarı korkuyla bindik. Vapur 3-4 katlı siyah boyalı büyük topları olan ortasında develer, atlarla doldurulmuş birkaç Alaman subayı hariç tüm personeli Osmanlı askeriydi. Tüm askerler ve erzaklar yüklenince gün batımı olunca gemi büyük bir gürültüyle hareket etmeye başladı. Biz üst katlarda saman çuvallarıyla dolu bir yerde kendimize yer ayarladık. Zifiri karanlık bir havada sadece görünen gökteki yıldızlardı. Sanırım yolculuğumuz 5-6 gün falan sürecekti. Ama ilk gece ılık ve kokulu bir hava yavaş yavaş gecenin nemli soğuk havasına bıraktı. Saman çuvallarından koruyucu bir mevzi oluşturup uyuduk. Sabah kalktığımızda denizin ortasında uçsuz bucaksız mas-mavi sulardan başka hiçbir şey görünmüyor. Herkes kendine göre bir yön belirlemiş teyemmüm abdesti alıp namazlarını kılıyor. Bazıları elleri havada namaz kılıyor, bazıları türkü söylüyordu. Birkaç gün sonra anladık ’ki gemide imam cenaze namazı kıldırıp kıl-çuvala katılıp ucu bağlı cesetleri denize atmalarını görünce geri dönme umutlarımızın tamamen bittiği hissi başladı. Gemide su kıtlığı, hava şartları hepimizi derinden etkilemişti.     Sanırım 6. Günü sabahı subay 1 saat sonra hayfa limanına varacağımızı söyledi ama burası nere dediğimizde bize… -Filistin. Aslında Mısır port-said limanından Süveyş limanından Kızıldeniz üzerinden Hicaz’a ulaşacaktık. Fakat İngiliz keferesi limana asker yığmış rota değişti Hayfa limanına ineceğiz oradan karayoluyla Hicaz cephesine geçeceğiz..     Öğle vaktine doğru gemi yine kıyıya 500 metre mesafede durunca gruplar halinde teknelere bindirilip karaya sevk edildik. Tekneleri sevk edenler sanırım yerli Araplar. Konuşmalarından hiçbir şey anlamıyoruz. Karaya inince bizi 50 kişilik gruplar halinde beklettiler sonra yerel giyinimli Arap kökenli askerler eşliğinde at, deve, merkepler önde biz sıra halinde 10 km yürüyüp sonra dinlenip, güvenlik nedeniyle gece yolculuk yapacağımızı söylediler. Gemi yolculuğundan sonra bu kez kuru çöl sıcağı ve kara-sinek bizleri mahvediyordu gündüz.      Üç gece durmadan yürüyor, gündüzleri yatıyorduk. Cenin, Nablus üzerinden Amman’a gittiğimizi subayların konuşmalarından duyuyor. Her yerleşim yerlerinden geçerken farklı yerel kıyafetli insanların karşılayıp bize öncen rehberlik yaptıklarını görüyorduk. Bu insanlarla sadece burada bulunmuş ve Arapça bilen subaylar konuşuyordu. Hepimiz bitmiş, kir, bit, yorgunluk her gün birkaç askeri yolda bırakıyor yıkamadan cenaze namazı kılıp kuma gömüp yola devam ediyorduk.      Amman’a 1 günlük yol kaldı dediklerinden es-salt bölgesinde çöl rüzgârı toz duman insan insanı görmüyor, tüm asker cenin vaziyette yan yatıp rüzgârın geçmesini beklediği sırada dualar edip Allaha yalvarıyorduk. Bir anda yerel kıyafetli ve askeri kıyafetli yüzlerce insanların atlarla çölde hızla üzerimize geldiklerini, hiç birimizin üzerinde askeri bir teçhizat olmadığını, sadece bize rehber olan Bedevilerde ve Subaylarda silah vardı. Zaten subaylar ve bedevilerle konuşmuyorduk. Konuşmalarını anlamıyorduk. Bir anda etrafımız sanırmış, silahlar bize doğrultulmuş Arapça bir şeyler söyleniyordu. Türk subayı -Korkmayın arkadaşlar, ters bir şey yapmayın, pusuya düşürdüler bizi dedi. Kendi aralarında bir şeyler konuşma yaptılar. 1 saat falan oturmadan sonra arkamızdan gelen grupların da esir almışlar. Subay sakin olmamızı bize esir muamelesi yapacaklarını, yerli halktan işbirlikçileri rotamızı İngilizlere söylediklerini küfürlü küfürlü anlatmaya başladı. Hepimiz kaygılı ve korku içindeydik. Bir kurşun bile atamadan 20 gündür yollarda rezillik çekip burada esir alınmak çok zorumuza gitmiş, aramızdan bazıları Araplara küfürler yağdırıyordu.    Sanırım 3-4 günlük yorucu bir yolculuktan sonra aşkelon denilen bir sahil şehrine getirdiler. Burada hepimizi sayım yapıp, saç traşı yaptılar ve  aynı gün gece gemiye bindirdiler. 1 gece yolculuğundan sonra subaylardan öğrendiğimize göre önceden gelemediğimiz port- Said limanına getirildik.     İngiliz askeri esir kampı olduğunu duyduğumuz bir yere getirildik. Birkaç bina harici hep çadırlardan oluşan tellerle örülmüş uçsuz bucaksız bir yer. Bizden öncede getirilmiş farklı milletlerden esirler, askerler var. Bu kalabalık esir askerlerin tek ortak noktası namaz saatlerinden belli oluyor.    Burada sanırım 2 ay falan zor şartlar altında yaşadık ve bir gece ansızın bizi apar –topar kampta boş bir alana toplayıp anlamadığımız bir dilde konuşuyorlar bizleri sayıyorlar. Gavurun dilini bilenler ne konuşulduysa bizlere çeviriyorlar. Bizi başka bir yere nakil edeceklerini, savaş bölgesinden farklı bir yere götüreceklerini, savaş biterse esir takası yapılacağını söylüyorlarmış. Farklı cephelerden çok acı haberler alıyor, subaylarımızdan duyuyorduk. Alaman hayranlarının ve padişahın memleketi ne hale getirdiği hepimizi derinden etkiliyor, çaresizlik içinde kaderimize razı oluyorduk. Burda yaşayan Arapların ve diğer Müslüman esirlerin halife ve devlet-i Osmaniye’ye bakışı hiçte iyi değildi.     Bir gece ansızın bir hareketlilik başladı. Merak ve çaresizlik içinde sağa –sola bakışıyorduk. İngiliz askerler isim isim esir askerleri ayırıp çevirmenler aracılığıyla eşyalarımızı toplamamızı, farklı kamplara ve bölgelere gönderileceğimizi söylüyorlardı. Yanımızda bulunan biz gibi esir subayımız sanırım ya Alaman veya Osmanlı baskınlarından korktukları için bizi farklı yere kaçırıyorlar ya da bizleri deniz aşırı topraklarında çalıştırmak için gönderecekler deyince kendi aramızda cevapsız soruları sormaya başladık.    Deniz kokusu,nem ve sivri-sinek başlayınca yine deniz kenarına getirildiğimizi anladık. Alamanın gemisinden daha büyük bir gemiye bizleri bindirdiler. Sanırım sabah olacaktı. Gemi hareket edince iki tarafı kara olan dar bir boğazdan gemi hareket etmiş bizlerse mezbele samanlarla dolu bir odaya 10 kişi konulmuş başımızda bizim gibi esir alınmış bir Osmanlı subayı vardı. Biraz oturup hepimiz gece boyu uyumadığımız için uyumaya karar verdik ve samanlar üzerine kıvrıldık.      Gemide tahmini 35 gün yolculuk yaptık. Bu dönemde bazılarımız namaz kılmayı bile bırakmıştık. Çünkü hiç birimiz kıbleyi bilmiyor ya da çaresizlik ve umutsuzluk kendimizi salmıştık. Ama gemide bazı İngiliz askerlerinden namaz kılanları görüyorduk. Zaten son 2 haftadır berbat yağışlar, yoğun dalgalar hepimizi berbat etkilemiş, her gün birkaç esir ölüyor ve denize torbalarla bağlanmış atılıyordu. İngilizce bilen esir subaylar aracılığıyla Hindistan’a götürüldüğümüzü bu memleketi ilk defa duydum ve İngiliz sömürgesi olduğunu öğrendik.      Chirala diye bir Hindistan limanına yanaşan gemiden bizler hariç, İngiliz askerleri indirildi. Erzak nakilleri yapıldı. Gemi bir gün içinde hareket etti. Şiddetli yağmur ve dalgalar bizi her gün daha fazla yormaya ve morallerimizi bozmuş, biran önce karaya inmeyi bekliyorduk. Sanırım 4 gün sonra kara göründü ve hepimiz hindistan’a geldiğimizi düşünürken Birmanya(myammar) liman şehri Sittwe ye geldik burasına bir İngiliz sömürgesi olduğunu Hindistan’dan farklı ve daha nemli yağışlı bir ülke olduğunu askerlerden öğrendik. Gemiden indirilirken İngilizler daha rahat ve bize karşı daha iyi davranıyorlardı. Anladık’ki cepheden çok uzakta ve tehlikeli bir yerde değildik. Bir günlük yağışlı gün içinde yol aldık ve Minbya diye küçük şehre geldik. Her tarafı ormanlarla ve ırmaklarla dolu berbat nem ve rutubet olan burada önce askeri bir kışlada hapsedildik. Bir hafta sonra bizleri kışla dışında otlardan, kamışlardan ve sonradan öğrendiğimiz ağaca benzer bambu ağaçlarından yapılmış küçük küçük evlere yerleştirildik. Sık sık zehirli yılanlara karşı dikkatli olmamızı, bilmediğimiz bitkilere ve canlılara dokunmamamız konusunda uyarılıyorduk. Buradaki hiçbir bitki ve canlılar bizim memleketteki gibi değildi. Buranın erkeği ’de kadını ’da etek giyiyor ve hepsi kısa boylu esmer bizim abdallarımıza benziyordu.      Burada 1 yıldan fazla pirinç tarlalarında küçük bir yövmiye ve iaşe karşılığı çalıştık. Bambu ağaç kesimleri yaptık. Yerli halkla işaretlerle anlaşıyorduk. Mütevazı sessiz sakin insanlardı. Kendi derdimizi anlatacak kadar İngilizce kelimeler öğrenmiştik. Zaman içinde buranın Uzak doğu Asyada Hindistana bağlık İngiliz sömürgesi bir yer olduğu Çin-Hindi bölgesi olduğunu Müslüman ahalinin bulunduğunu, nüfusunun çoğunluğu Pali Budizm’i denilen bir din olduğunu din adamlarına keşiş denildiğini putperest bir din olduğunu birçok Allahları olduğunu burada öğrendim. Ama yerli halk sakin, dürüst, yardım sever insanlardı. Asla yerli halkla ilgili bir sorun yaşamadık. Yaşadığımız en büyük sorun beyaz akrep ve yılanlardı. Çok esir asker yılan ve akrep sokması sonucu hayatını kaybetti. Artık dünyadan, savaş hakkında daha fazla bilgiler alıyorduk.      Osmanlı savaşı kaybetmiş, teslim olmuş mondros anlaşması yapılmış Anadolu harici her yeri düşmana bırakmış, Mübarek tüm Hicaz bölgesini terk etmişiz. Bunları kampta bulunan ve çok güzel İngilizce bilen subayımız haftada bir gün gelen ve 1 ay önce basılmış 4 yapraklı küçük bir gazete geliyor bize anlatıyordu. Aradan birkaç ay falan geçti. Biz artık geride kalanlarla ilgili umutları tamamen unutmaya başlamışken subayımız yakın zamanda esirlerin bırakılacağını ve geri götürüleceğimizi duyunca hepimiz hüngür hüngür ağlamıştık.      Serbest kalacağız dedi-kodularından birkaç ay sonra bir gün apar topar hayatta kalan esirleri toplamaya başladılar ve bizi de küçük köyde toplayıp, arkadaş olduğumuz tarlalarda çalıştığımız köylülerle bile veda edemeden topladılar ve Sittwe limanına getirdiler. Burada sadece geldiğimiz dönemden 7-8 kişiyi görebildim. Çoğu sıtmadan ve yılan, akrep sokmalarından ölmüş olduğunu duydum. İsim kayıtları, sayımlardan sonra bizi Mısır’a götüreceklerini oradan ’da İstanbul’a götürüleceğimizi söylediler. Bir bayram havası oluşmuş herkes birbiriyle sarılıyor, sohbet ediyordu.     Yine 20 günden fazla bir yolculuktan sonra Kızıl denizinden Süveyş kanalına girdik. Artık memleketimize kavuşmamıza az zaman kalmıştı. Ama İstanbul işgal edilmiş, Çanakkale ve Trablusgarp kartalı Mustafa Kemal Anadolu’da milli mücadele başlatmış be yanımızda bizimle 3 yıldır bulunan teğmen Babaeskili Rafet, Mustafa Kemal paşa benim toprağım hemşerim kahraman bir vatanseverdir. İstanbul’a gider gitmez bende Anadolu’ya geçip Milli mücadeleye katılacağım diye bize uzun uzun paşanın kahramanlıklarını, başarılarını anlattı.      Süveyş’te İsmailliye limanında birkaç gün bekledikten sonra bizi başka bir gemiye bindirdiler. Yine gemiye erzaklar, toplar arabalar yüklediler ve yola gece vakti yola çıktık. Sanırım 5-6 gün sonra Rodos adası yakınından Ege denizine girdiğimizi öğrendik. 2 gün sonrada binlerce askerimizin kırıldığı Çanakkale boğazına girdik. Her tarafı ormansız kup-kuru dağlar vardı. Herhâlde savaşta hepsi yanmıştı. İstanbul’a 1 gün sonra indik. İstanbul’da bizi yine karşılayanlar İngiliz askerleriydi. Bizleri İstanbul’da bulunan hiçbir yetkisi kalmayan Osmanlı zabitleri Selimiye askeri kışlasına götürdüler. Orada kayıt işlemlerinden sonra ilk-kez 3 yıl sonra ezan sesi duymak bizi mutlu etselde İstanbul’un işgali hepimizi derinden etkiledi. Babaeskili teğmen Rafet Gebze üzerinden Anadolu’ya geçeceğini istersek bizimde kendisiyle gelebileceğimizi söyledi. Sanırım gece saatlerinde teğmen Rafet ve Osmanlı zabitleri gece bizi kışladan 20 kişilik grup halinde çıkardılar. Sultanbeyli, Göçbeyli üzerinden 2 gün ormanlık bölgeden yerel milislerin yardımlarıyla İzmit’e geldik. Burada bir gün dinlendikten sonra Sakarya, Eskişehir’e geçtik. Artık özlemini duyduğum bedenimin bile unuttuğu serin havayı ciğerlerimde hissettim. Ama Yunan gâvuru Ege bölgesinde işgale başlamıştı. İlk önce burada kalmayı istedik ama bizim memleketlerimize gitmemizi gerek duyulduğunda çağrılacağımızı söylediler. 2 gün sonra Afyona geldik. Afyon’da Konya’ya gidecek bir süvari birliğiyle Konya yoluna düştük. Konya’ya 2 gün sonra akşama doğru geldik. Bedesten bölgesinde bir handa kaldık. Sabah 3 arkadaşla Hatun saray, AK viran köyünden karavene gideceğiz. Bir arkadaş Bozkır Avdan, bir arkadaş ise Arvana köyüne gideceğini ve beraber yol arkadaşlığı yaptık ve akşama doğru kendi köyüme geldim.      Köyüme geldiğimde zaten herkes beni öldüğüme inanmış, her hangi bir belge bile yollamamışlar, köyden 30 kişi falan farklı cephelerden hiç gelmemiş köyde genç erkek nüfus kalmamış kadın çoluk çocuktan başka kimse kalmamış. 2 hafta geçmeden Kurtuluş savaşına katılacağımızı belerdik fakat bizleri şimdi askere almayacaklarını, bu bölgede iç isyanların gâvurun kışkırtmalarıyla olabileceğini burada milis gücü bulunması gerektiğini söylediler. Zaten Zeynel Abidin ve Delibaşı isyanları başlamış Garaven köyü olarak milli kuvvetlere her desteği verdik.      Molla Abdullah dede bunları anlattığında gözyaşları içinde anlatırken sanırım 1985 yılıydı ve hepsini kaleme not ettiğimde arada gülüp niye yazıyorsun dediğinde -Dedeciğim geleceğe güzel bir belge dediğimde, bu memleketin her tarafı belge.. Bu gün bu güzelim ülkeyi nice isimsiz kahramanlar ve Gazi paşaya borçluyuz demişti.     Molla Abdullah dedeye doğumunu sorduğumda kafa kâğıdında 1896 dese’de sanırım geç yazdırdılar oğlum. Bizim dönemimizde kayıt kürek yoktu demişti. Bu anılarını kaleme aldığımda şehir, bölge isimlerini kayda geçmiştim. Acaba bu şehirleri nasıl kafasından tuttu. Acaba böyle bir yerler var mı diye meraktan araştırdığımda söylediği şehirlerin, limanların hepsinin doğru olduğunu görünce için sızlamış tarihsel bir mirasa tanıklık etmiştim. 1989 yılında bedenen ayrılan hem 1. Cihan harbi hem de Kurtuluş savası gazisi Molla Abdullah dede ebedi yolculuğa uğrandı. Konuşmaları düzgün, sakin sakin konuşan, kibar ve dinsel bilgileri derin bir o kadarda Cumhuriyet ve Atatürk değerlerine bağlı sade ve mütevazi bir insandı. Ruhu şad mekânı cennet olsun.
Güzel yürekli dostlarım, hemşerilerim Karaviran ve Suğla havzasına ait değerlerimizi, tarihsel ve kültürel olguları elimden geldiğince dönem dönem paylaşıyorum.

Araştırmacı Tarihçi Yazar; Mehmet Kiraz

Tarihsel bilgileri titizlikle belgelere sadık kalarak, kaynak merkezli verileri sunmaya çalışıyorum. Yöremize ait olaylar, tarihsel değerler ve şahısları kendi anlatımları ve 1. Derece duyumlarla kaleme almaya çalışıyorum. Bugüne kadar Karaviran tarihi, Çarşamba kanalı tarihi, Suğla arazi gelirleri, Köy odaları, Suğla havzasında nüfus hareketleri, 1. Dünya savaşı ve Milli mücadele şehitleri, Kore gazileri, Bölgemizin yetiştirdiği milletvekilleri ve Türkiye siyasal hareketine önderlik etmiş kişilikleri kaleme aldım.

    Bugün 1. Cihan harbine katılmış ve bu savaşta 3 yıl, 5 ay dönemin İngiliz sömürgesi olan Birmanya(Burma, Myammar)’da esir kalmış bir gazinin hayatını kaleme alacağım. Yakınen dedemizin babası olan ve her zaman ziyaretine gittiğim, tarihe olan merakımızdan kaynaklı çok soruları sorduğum ve ortaokulda dönem dönem Sosyal Bilgiler dersine getirip dönemin anılarını anlattırdığımız ve gözyaşlarıyla dinlediğimiz bir değeri Molla Abdullah Çetin’in bizzat kendi anlatımlarını derleyip kaleme alacağım.

    Yeni askerden döndüm… Antep vilayetinde levazımıydım. Antep’ten Halep ve Musul vilayetlerine develerle askeri malzeme taşıdım 3 sene. Karaven (karaviran’a) döner dönmez 3 ay geçmeden yeni celp geldi. Zaten ben karaven’e döndüğümde benimle Asker’e alınan 40 kişiden sadece 13 kişi geri dönmüştük. Bazıları Çanakkale’de, Kafkas’ta, Gazze’de, Dobruca’da kaldı, gelemediler…

    Konya vilayetinden 130 neferdik. İstanbul’dan Hicaz hattına gidecek Alamanın(Almanya) yaptığı kara treni Konya garında 2 gün bekledik. Firarları engellemek için gar dışına çıkmak hem yasak hem de mümkün değildi. Çünkü trenin ne zaman geleceği belli değildi. Mart ayının sonu, Nisan ayının başlarıydı. Cemazeyil-ahir 1334 senesiydi. Tren sabah kuşluk vakti İstasyona geldi. Herkeste bir heyecan ve hareketlilik başladı. Sanırım 7 vagonlu bir trendi. İlk defa tren görenler hem korkmuş hem de heyecanlanmıştı. Trenin ilk 4 vagonu kapalı, 3 vagonu üst açık ve at ve develer vardı. 30 yaşlarında güzel askeri giyinimli bir subay 2 saat içinde hareket edileceğini herkesin bölge bölge çağırılıp trene bindirilip yoklama yapılacağını bağıra bağıra anlatıyordu.

    Bozkır, Seydişehir, Beyşehir bölgesinin neferleri buraya gelsin dendiğinde sıramızın geldiğini anladık. 2. Vagona sayımla 30-40 kişi bindik. Tren’de tahtadan yapılmış yan yana oturaklara oturduk. Yerlerde kurumuş otlarla doldurulmuş, boş bulduğumuz yere oturduk. Karaviran’lı 3 arkadaştık ama onları başka vagona verdiler. Tahminen öğle vaktine doğru düdük sesi garı çınlatmaya başlayınca trenin dumanı garın üstünde simsiyah bir buluta dönüşmüştü. Aşağıda bir-kaç rütbeli asker ve din adamı dualar ediyordu. Tren hareket etti ve yavaş yavaş kerpiçten yapılma toprak evler bitip düz ovada tren yol almaya başladı.

    Yanımda benim yaşlarımda zayıf ve uzun boylu arkadaş

-yolumuz kısa, bahtımız açık olsun hemşerim… Temennisinde bulununca, bende lafa girip adını ve nereli olduğunu sordum…

-Botsalı Yakup oğlu Abdullah namı diğer gâvur Abdullah dedi.

-Neden gavur derler hemşerim.

-Balkan’da 4 sene kaldım. Bulgarca biliyom. Köye dönünce Bulgarca bildiğim için adım Gavur’a çıktı.

Gülüşmelerden sonra bende kendimi tanıttım. Gareven köyünden Molla Abdullah derler hemşerim.

Biz kendi aramızda sohbet ederken genç bir subay,

-Arkadaşlar yarın akşama Adana’da olacağız, Oradan ver elini İskenderun’a… Alamanın(Almanya) vapuru gelecek, oradan ver elini Hicaz dedi.

    İlk defa asker olan varmı?, içinizde diye sorular sordu. Sadece birkaç kişi ilk defa asker olduğunu söyledi. Çoğu farklı cephelerde savaşmış geri dönmüş gazilerdi. Yolculuk boyunca Bazen ilahiler, bazen yanık seferberlik türküleri, bazen Kuran-ı Kerim okunuyor. Bazıları Alaman’ın tütününden tüttürüyordu.

Adana’ya vardığımızda vagon’da tüm askerler kırk yıllık arkadaşlar gibi birbirimize kaynaşmıştık. Berbat bir nem ve sıcak hava vardı. Yayla havasından bunaltıcı bir havaya gelmek hepimizi etkilemişti. İlk bu havaya gelenler ve tren yolculuğundan etkilenenlerden duvar kenarlarına kusuyorlardı. 1 saat beklemeden sonra yolculuğa çıkacağımızı beklerken sabaha kadar garda kalıp, sabah yola çıkacağımızı söylediler. Tüm asker gar civarında açık alanda yerlere uzanmaya başladı. Sıcak, nem ve sivri-sinek beraber olmuş bizi mahvediyordu. Gavur Abdullah’la bir kenara oturup kumanyadan bir şeyler yedik  ve yattık.. Sabah namazı seslere uyandık ve bizde gardaki sebilde abdestlerimizi aldık ama nem ve sabahın ayazı hepimizi titretiyordu. Toplu namazdan sonra bir şeyler atıştırdık. Ama gece başka yerlerden gelen askerlerde olmuş gar iyice kalabalıklaşmıştı. Kayseri, Yozgat, Çorum yöresinin askerleri olduğunu öğrendiğimiz askerlerle birlikte yola koyulduk. 5 saat yürüyecek sonra gündüzleri sıcak nedeniyle dinlenip gece yolculuk yapacağımızı söylediler. 2 gece, bir gündüz yolculuğundan sonra İskenderun’a vardık. Berbat bir nem sıcak ve deniz kokusu Anadolu’nun serin yerlerinden gelen askerleri berbat etkilemişti. Alamanın(Almanya)  vapuru 1 hafta sonra geleceğini, 1 hafta içinde farklı şehirlerden askerler geleceğini, bizlerinde limana yakın deniz kenarında kamp kuracağımızı, herkesin kendi imkânlarıyla ağaçlardan, kamışlardan çadırlar yapabileceğimizi söylediler. Zaten herkes kendi bölgesinden, köyünden, vilayetinden askerlerle kümeleşmeler başlayıp kendi aramızda imece usulü yemek, temizlik nöbetlerine başlamış boş zamanlarda deniz kenarında yüzme bilmememize rağmen suya giriyorduk. Bazen kaşık oynayanlar, bazen horon sesleri, her yöre kendi müziği eğlencesiyle askerlere eğlenceli geliyordu. Tek ortak noktamız namaz vakitleri 500 kişilik cemaatler oluşturuyorduk.

    Aradan 1 hafta falan geçti. Yavaş yavaş iklime alışmaya başlamışken toplam 2 bin asker falan olmuş kalabalıklaşmıştık. Ama yavaş yavaş hastalıklar başlamış günde birkaç kişi sıtmadan ölmeye başlamıştı. Temiz su bulmak, sağlıklı yemekler yemek imkânsız gibi bir şeydi. Sadece tarhana çorbası, mercimek çorbası, bulgur pilavından başka yemek yiyemiyorduk. 

Öğle namazından sonra Alamanın vapuru gelecek dedikoduları yayılmaya başlamış yavaş yavaş hareketlilik başlamıştı. Bir anda vapur geliyor sesleri duyunca denize doğru baktık. Uzakta küçük bir karartı görüldü. Hava sıcak ve nemli olunca gemi bazen serap gibi bir görünüyor bir kayboluyordu. Sanırım 1 saat sonra hayal bile edemediğimiz kadar büyük bir demir yığını duman çıkararak kıyıya 500 metre uzakta durdu. Bu arada bizleri 20 kişilik gruplar halinde topladılar. Uzunluğu 10 metreyi bulan kayıklara bindirdiler ve yarı korkuyla binip vapura doğru yol aldık. Gemiye yaklaşınca bazıları geminin büyüklüğü karşısında şaşkın veya tekbirler getiriyordu. Gemiye binen ismini, memleketini söyleyip salma demir merdivenlerden yarı korkuyla biniyordu. Gemiye Gâvur Abdullah’la el-ele tutarak yarı korkuyla bindik. Vapur 3-4 katlı siyah boyalı büyük topları olan ortasında develer, atlarla doldurulmuş birkaç Alaman subayı hariç tüm personeli Osmanlı askeriydi. Tüm askerler ve erzaklar yüklenince gün batımı olunca gemi büyük bir gürültüyle hareket etmeye başladı. Biz üst katlarda saman çuvallarıyla dolu bir yerde kendimize yer ayarladık. Zifiri karanlık bir havada sadece görünen gökteki yıldızlardı. Sanırım yolculuğumuz 5-6 gün falan sürecekti. Ama ilk gece ılık ve kokulu bir hava yavaş yavaş gecenin nemli soğuk havasına bıraktı. Saman çuvallarından koruyucu bir mevzi oluşturup uyuduk. Sabah kalktığımızda denizin ortasında uçsuz bucaksız mas-mavi sulardan başka hiçbir şey görünmüyor. Herkes kendine göre bir yön belirlemiş teyemmüm abdesti alıp namazlarını kılıyor. Bazıları elleri havada namaz kılıyor, bazıları türkü söylüyordu. Birkaç gün sonra anladık ’ki gemide imam cenaze namazı kıldırıp kıl-çuvala katılıp ucu bağlı cesetleri denize atmalarını görünce geri dönme umutlarımızın tamamen bittiği hissi başladı. Gemide su kıtlığı, hava şartları hepimizi derinden etkilemişti.

    Sanırım 6. Günü sabahı subay 1 saat sonra hayfa limanına varacağımızı söyledi ama burası nere dediğimizde bize…

-Filistin. Aslında Mısır port-said limanından Süveyş limanından Kızıldeniz üzerinden Hicaz’a ulaşacaktık. Fakat İngiliz keferesi limana asker yığmış rota değişti Hayfa limanına ineceğiz oradan karayoluyla Hicaz cephesine geçeceğiz..

    Öğle vaktine doğru gemi yine kıyıya 500 metre mesafede durunca gruplar halinde teknelere bindirilip karaya sevk edildik. Tekneleri sevk edenler sanırım yerli Araplar. Konuşmalarından hiçbir şey anlamıyoruz. Karaya inince bizi 50 kişilik gruplar halinde beklettiler sonra yerel giyinimli Arap kökenli askerler eşliğinde at, deve, merkepler önde biz sıra halinde 10 km yürüyüp sonra dinlenip, güvenlik nedeniyle gece yolculuk yapacağımızı söylediler. Gemi yolculuğundan sonra bu kez kuru çöl sıcağı ve kara-sinek bizleri mahvediyordu gündüz.

     Üç gece durmadan yürüyor, gündüzleri yatıyorduk. Cenin, Nablus üzerinden Amman’a gittiğimizi subayların konuşmalarından duyuyor. Her yerleşim yerlerinden geçerken farklı yerel kıyafetli insanların karşılayıp bize öncen rehberlik yaptıklarını görüyorduk. Bu insanlarla sadece burada bulunmuş ve Arapça bilen subaylar konuşuyordu. Hepimiz bitmiş, kir, bit, yorgunluk her gün birkaç askeri yolda bırakıyor yıkamadan cenaze namazı kılıp kuma gömüp yola devam ediyorduk.

     Amman’a 1 günlük yol kaldı dediklerinden es-salt bölgesinde çöl rüzgârı toz duman insan insanı görmüyor, tüm asker cenin vaziyette yan yatıp rüzgârın geçmesini beklediği sırada dualar edip Allaha yalvarıyorduk. Bir anda yerel kıyafetli ve askeri kıyafetli yüzlerce insanların atlarla çölde hızla üzerimize geldiklerini, hiç birimizin üzerinde askeri bir teçhizat olmadığını, sadece bize rehber olan Bedevilerde ve Subaylarda silah vardı. Zaten subaylar ve bedevilerle konuşmuyorduk. Konuşmalarını anlamıyorduk. Bir anda etrafımız sanırmış, silahlar bize doğrultulmuş Arapça bir şeyler söyleniyordu.

Türk subayı

-Korkmayın arkadaşlar, ters bir şey yapmayın, pusuya düşürdüler bizi dedi.

Kendi aralarında bir şeyler konuşma yaptılar. 1 saat falan oturmadan sonra arkamızdan gelen grupların da esir almışlar. Subay sakin olmamızı bize esir muamelesi yapacaklarını, yerli halktan işbirlikçileri rotamızı İngilizlere söylediklerini küfürlü küfürlü anlatmaya başladı. Hepimiz kaygılı ve korku içindeydik. Bir kurşun bile atamadan 20 gündür yollarda rezillik çekip burada esir alınmak çok zorumuza gitmiş, aramızdan bazıları Araplara küfürler yağdırıyordu.

   Sanırım 3-4 günlük yorucu bir yolculuktan sonra aşkelon denilen bir sahil şehrine getirdiler. Burada hepimizi sayım yapıp, saç traşı yaptılar ve  aynı gün gece gemiye bindirdiler. 1 gece yolculuğundan sonra subaylardan öğrendiğimize göre önceden gelemediğimiz port- Said limanına getirildik.

    İngiliz askeri esir kampı olduğunu duyduğumuz bir yere getirildik. Birkaç bina harici hep çadırlardan oluşan tellerle örülmüş uçsuz bucaksız bir yer. Bizden öncede getirilmiş farklı milletlerden esirler, askerler var. Bu kalabalık esir askerlerin tek ortak noktası namaz saatlerinden belli oluyor.

   Burada sanırım 2 ay falan zor şartlar altında yaşadık ve bir gece ansızın bizi apar –topar kampta boş bir alana toplayıp anlamadığımız bir dilde konuşuyorlar bizleri sayıyorlar. Gavurun dilini bilenler ne konuşulduysa bizlere çeviriyorlar. Bizi başka bir yere nakil edeceklerini, savaş bölgesinden farklı bir yere götüreceklerini, savaş biterse esir takası yapılacağını söylüyorlarmış. Farklı cephelerden çok acı haberler alıyor, subaylarımızdan duyuyorduk. Alaman hayranlarının ve padişahın memleketi ne hale getirdiği hepimizi derinden etkiliyor, çaresizlik içinde kaderimize razı oluyorduk. Burda yaşayan Arapların ve diğer Müslüman esirlerin halife ve devlet-i Osmaniye’ye bakışı hiçte iyi değildi.

    Bir gece ansızın bir hareketlilik başladı. Merak ve çaresizlik içinde sağa –sola bakışıyorduk. İngiliz askerler isim isim esir askerleri ayırıp çevirmenler aracılığıyla eşyalarımızı toplamamızı, farklı kamplara ve bölgelere gönderileceğimizi söylüyorlardı. Yanımızda bulunan biz gibi esir subayımız sanırım ya Alaman veya Osmanlı baskınlarından korktukları için bizi farklı yere kaçırıyorlar ya da bizleri deniz aşırı topraklarında çalıştırmak için gönderecekler deyince kendi aramızda cevapsız soruları sormaya başladık.

   Deniz kokusu,nem ve sivri-sinek başlayınca yine deniz kenarına getirildiğimizi anladık. Alamanın gemisinden daha büyük bir gemiye bizleri bindirdiler. Sanırım sabah olacaktı. Gemi hareket edince iki tarafı kara olan dar bir boğazdan gemi hareket etmiş bizlerse mezbele samanlarla dolu bir odaya 10 kişi konulmuş başımızda bizim gibi esir alınmış bir Osmanlı subayı vardı. Biraz oturup hepimiz gece boyu uyumadığımız için uyumaya karar verdik ve samanlar üzerine kıvrıldık.

     Gemide tahmini 35 gün yolculuk yaptık. Bu dönemde bazılarımız namaz kılmayı bile bırakmıştık. Çünkü hiç birimiz kıbleyi bilmiyor ya da çaresizlik ve umutsuzluk kendimizi salmıştık. Ama gemide bazı İngiliz askerlerinden namaz kılanları görüyorduk. Zaten son 2 haftadır berbat yağışlar, yoğun dalgalar hepimizi berbat etkilemiş, her gün birkaç esir ölüyor ve denize torbalarla bağlanmış atılıyordu. İngilizce bilen esir subaylar aracılığıyla Hindistan’a götürüldüğümüzü bu memleketi ilk defa duydum ve İngiliz sömürgesi olduğunu öğrendik.

     Chirala diye bir Hindistan limanına yanaşan gemiden bizler hariç, İngiliz askerleri indirildi. Erzak nakilleri yapıldı. Gemi bir gün içinde hareket etti. Şiddetli yağmur ve dalgalar bizi her gün daha fazla yormaya ve morallerimizi bozmuş, biran önce karaya inmeyi bekliyorduk. Sanırım 4 gün sonra kara göründü ve hepimiz hindistan’a geldiğimizi düşünürken Birmanya(myammar) liman şehri Sittwe ye geldik burasına bir İngiliz sömürgesi olduğunu Hindistan’dan farklı ve daha nemli yağışlı bir ülke olduğunu askerlerden öğrendik. Gemiden indirilirken İngilizler daha rahat ve bize karşı daha iyi davranıyorlardı. Anladık’ki cepheden çok uzakta ve tehlikeli bir yerde değildik. Bir günlük yağışlı gün içinde yol aldık ve Minbya diye küçük şehre geldik. Her tarafı ormanlarla ve ırmaklarla dolu berbat nem ve rutubet olan burada önce askeri bir kışlada hapsedildik. Bir hafta sonra bizleri kışla dışında otlardan, kamışlardan ve sonradan öğrendiğimiz ağaca benzer bambu ağaçlarından yapılmış küçük küçük evlere yerleştirildik. Sık sık zehirli yılanlara karşı dikkatli olmamızı, bilmediğimiz bitkilere ve canlılara dokunmamamız konusunda uyarılıyorduk. Buradaki hiçbir bitki ve canlılar bizim memleketteki gibi değildi. Buranın erkeği ’de kadını ’da etek giyiyor ve hepsi kısa boylu esmer bizim abdallarımıza benziyordu.

     Burada 1 yıldan fazla pirinç tarlalarında küçük bir yövmiye ve iaşe karşılığı çalıştık. Bambu ağaç kesimleri yaptık. Yerli halkla işaretlerle anlaşıyorduk. Mütevazı sessiz sakin insanlardı. Kendi derdimizi anlatacak kadar İngilizce kelimeler öğrenmiştik. Zaman içinde buranın Uzak doğu Asyada Hindistana bağlık İngiliz sömürgesi bir yer olduğu Çin-Hindi bölgesi olduğunu Müslüman ahalinin bulunduğunu, nüfusunun çoğunluğu Pali Budizm’i denilen bir din olduğunu din adamlarına keşiş denildiğini putperest bir din olduğunu birçok Allahları olduğunu burada öğrendim. Ama yerli halk sakin, dürüst, yardım sever insanlardı. Asla yerli halkla ilgili bir sorun yaşamadık. Yaşadığımız en büyük sorun beyaz akrep ve yılanlardı. Çok esir asker yılan ve akrep sokması sonucu hayatını kaybetti. Artık dünyadan, savaş hakkında daha fazla bilgiler alıyorduk.

     Osmanlı savaşı kaybetmiş, teslim olmuş mondros anlaşması yapılmış Anadolu harici her yeri düşmana bırakmış, Mübarek tüm Hicaz bölgesini terk etmişiz. Bunları kampta bulunan ve çok güzel İngilizce bilen subayımız haftada bir gün gelen ve 1 ay önce basılmış 4 yapraklı küçük bir gazete geliyor bize anlatıyordu. Aradan birkaç ay falan geçti. Biz artık geride kalanlarla ilgili umutları tamamen unutmaya başlamışken subayımız yakın zamanda esirlerin bırakılacağını ve geri götürüleceğimizi duyunca hepimiz hüngür hüngür ağlamıştık.

     Serbest kalacağız dedi-kodularından birkaç ay sonra bir gün apar topar hayatta kalan esirleri toplamaya başladılar ve bizi de küçük köyde toplayıp, arkadaş olduğumuz tarlalarda çalıştığımız köylülerle bile veda edemeden topladılar ve Sittwe limanına getirdiler. Burada sadece geldiğimiz dönemden 7-8 kişiyi görebildim. Çoğu sıtmadan ve yılan, akrep sokmalarından ölmüş olduğunu duydum. İsim kayıtları, sayımlardan sonra bizi Mısır’a götüreceklerini oradan ’da İstanbul’a götürüleceğimizi söylediler. Bir bayram havası oluşmuş herkes birbiriyle sarılıyor, sohbet ediyordu.

    Yine 20 günden fazla bir yolculuktan sonra Kızıl denizinden Süveyş kanalına girdik. Artık memleketimize kavuşmamıza az zaman kalmıştı. Ama İstanbul işgal edilmiş, Çanakkale ve Trablusgarp kartalı Mustafa Kemal Anadolu’da milli mücadele başlatmış be yanımızda bizimle 3 yıldır bulunan teğmen Babaeskili Rafet, Mustafa Kemal paşa benim toprağım hemşerim kahraman bir vatanseverdir. İstanbul’a gider gitmez bende Anadolu’ya geçip Milli mücadeleye katılacağım diye bize uzun uzun paşanın kahramanlıklarını, başarılarını anlattı.

     Süveyş’te İsmailliye limanında birkaç gün bekledikten sonra bizi başka bir gemiye bindirdiler. Yine gemiye erzaklar, toplar arabalar yüklediler ve yola gece vakti yola çıktık. Sanırım 5-6 gün sonra Rodos adası yakınından Ege denizine girdiğimizi öğrendik. 2 gün sonrada binlerce askerimizin kırıldığı Çanakkale boğazına girdik. Her tarafı ormansız kup-kuru dağlar vardı. Herhâlde savaşta hepsi yanmıştı. İstanbul’a 1 gün sonra indik. İstanbul’da bizi yine karşılayanlar İngiliz askerleriydi. Bizleri İstanbul’da bulunan hiçbir yetkisi kalmayan Osmanlı zabitleri Selimiye askeri kışlasına götürdüler. Orada kayıt işlemlerinden sonra ilk-kez 3 yıl sonra ezan sesi duymak bizi mutlu etselde İstanbul’un işgali hepimizi derinden etkiledi. Babaeskili teğmen Rafet Gebze üzerinden Anadolu’ya geçeceğini istersek bizimde kendisiyle gelebileceğimizi söyledi. Sanırım gece saatlerinde teğmen Rafet ve Osmanlı zabitleri gece bizi kışladan 20 kişilik grup halinde çıkardılar. Sultanbeyli, Göçbeyli üzerinden 2 gün ormanlık bölgeden yerel milislerin yardımlarıyla İzmit’e geldik. Burada bir gün dinlendikten sonra Sakarya, Eskişehir’e geçtik. Artık özlemini duyduğum bedenimin bile unuttuğu serin havayı ciğerlerimde hissettim. Ama Yunan gâvuru Ege bölgesinde işgale başlamıştı. İlk önce burada kalmayı istedik ama bizim memleketlerimize gitmemizi gerek duyulduğunda çağrılacağımızı söylediler. 2 gün sonra Afyona geldik. Afyon’da Konya’ya gidecek bir süvari birliğiyle Konya yoluna düştük. Konya’ya 2 gün sonra akşama doğru geldik. Bedesten bölgesinde bir handa kaldık. Sabah 3 arkadaşla Hatun saray, AK viran köyünden karavene gideceğiz. Bir arkadaş Bozkır Avdan, bir arkadaş ise Arvana köyüne gideceğini ve beraber yol arkadaşlığı yaptık ve akşama doğru kendi köyüme geldim.

     Köyüme geldiğimde zaten herkes beni öldüğüme inanmış, her hangi bir belge bile yollamamışlar, köyden 30 kişi falan farklı cephelerden hiç gelmemiş köyde genç erkek nüfus kalmamış kadın çoluk çocuktan başka kimse kalmamış. 2 hafta geçmeden Kurtuluş savaşına katılacağımızı belerdik fakat bizleri şimdi askere almayacaklarını, bu bölgede iç isyanların gâvurun kışkırtmalarıyla olabileceğini burada milis gücü bulunması gerektiğini söylediler. Zaten Zeynel Abidin ve Delibaşı isyanları başlamış Garaven köyü olarak milli kuvvetlere her desteği verdik.

     Molla Abdullah dede bunları anlattığında gözyaşları içinde anlatırken sanırım 1985 yılıydı ve hepsini kaleme not ettiğimde arada gülüp niye yazıyorsun dediğinde

-Dedeciğim geleceğe güzel bir belge dediğimde, bu memleketin her tarafı belge.. Bu gün bu güzelim ülkeyi nice isimsiz kahramanlar ve Gazi paşaya borçluyuz demişti.

    Molla Abdullah dedeye doğumunu sorduğumda kafa kâğıdında 1896 dese’de sanırım geç yazdırdılar oğlum. Bizim dönemimizde kayıt kürek yoktu demişti. Bu anılarını kaleme aldığımda şehir, bölge isimlerini kayda geçmiştim. Acaba bu şehirleri nasıl kafasından tuttu. Acaba böyle bir yerler var mı diye meraktan araştırdığımda söylediği şehirlerin, limanların hepsinin doğru olduğunu görünce için sızlamış tarihsel bir mirasa tanıklık etmiştim. 1989 yılında bedenen ayrılan hem 1. Cihan harbi hem de Kurtuluş savası gazisi Molla Abdullah dede ebedi yolculuğa uğrandı. Konuşmaları düzgün, sakin sakin konuşan, kibar ve dinsel bilgileri derin bir o kadarda Cumhuriyet ve Atatürk değerlerine bağlı sade ve mütevazi bir insandı. Ruhu şad mekânı cennet olsun.

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve seydisehirgundem.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.